BEN HEP 17 YAŞIMDAYIM…
Ertuğrul Özgün

Ertuğrul Özgün

MEMLEKET İŞLERİ

BEN HEP 17 YAŞIMDAYIM…

30 Mart 2025 - 11:31

Aslında ona içten içten öfkelenir, içten içten kızardım. Ama türküleri yine de yüreğimi titretirdi. Doğrusu ölümüne bu kadar üzüleceğimi hiç düşünmemiştim.
Yatılı öğretmen okullarında okuyanlar iyi bilir. Öğrenci örgütleri vardır. Seçimle işbaşına gelir ve öğrenci haklarını, okul yönetimine karşı savunurlardı. Demokrasi için örnek teşkil ederdi bu seçimlerde her türlü propaganda yöntemleri kullanır, adaylar öğrencilerden oy ister, sandıklar kurulur ve seçimler yapılırdı. Örgüt başkanları da öğrencilerin oylarıyla seçildikleri için okul yönetimi karşısında dik dururlardı.
Çoğu insan bilmese de orta dereceli okullar içinde ideolojik kamplaşmalar ilk önce öğretmen okullarında baş gösterir. Diyebilirim ki bu okulların ilki de Artvin Öğretmen Okulu’dur. O günlerde okulda etkin iki akım vardır. Ülkücülük ve devrimcilik.
Artvin Öğretmen Okulu’nda yapılan öğrenci örgüt başkanlığı seçimini kazanmış gruptan biri olarak, okul yönetiminin seçimleri iptal etmesiyle başlayan direnç ve boykot sonucu, yaşanan olaylardan sonra, Çanakkale Öğretmen okuluna sürülmüştüm.
Çanakkale’de bir yıl sonra yapılan örgüt başkanlığı seçimini bu sefer devrimciler kazanır. Üstelik bizim aldığımız oyun iki katıyla…
Okulun bir anons odası vardır. Anons odasından öğrencileri bilgilendirmeye yönelik bildirimler, kurallarla ilgili açıklamalar yayımlanır, aralarda da müzik çalınırdı. Bu işlem bütün teneffüs ve her türlü ders arasında yapılırdı.
Yeni öğrenci örgütü, anons odasından artık o yıllarda devrimci düşünceye destek veren popüler sanatçıların şarkılarını çalmaktadır. Selda, Ali Rıza Binboğa, Mahsuni, İhsani… ve elbette Edip Akbayram…
Bu sanatçıların söylediği bütün şarkıları Türküleri neredeyse ezberlemiştik. Kıskanırdık, kızardık, öfkelenirdik ama bazen içimizden katılır, yine de dinlerdik.
İşte bu sanatçılardan birini daha,
“Şu metrisin önü, bir uzun alan.
Bir tek seni sevdim, gerisi yalan,” sözleriyle başlayan türküyü yüreklere kazıyan Edip Akbayram’ı da ebedi istirahatgahına uğurladık.
 Edip Akbayram’ın seslendirdiği bu türkü ilk mısralarıyla birlikte beni her dinleyişte iki yaşanmış hikâyeye götürür.
Bunlardan biri Yazar Süleyman Aydın’ın,
“O bir öğretmendi. Demokrasiden yana, insan haklarını savunan, emekten haktan yana tavır alandı. O devrimciliği savunan insandı. Artvin TÖB-DER başkanıydı. 12-Eylül-1980’de Enver öğretmeni gözaltına alındı. Aydınlanmak için kitap okuyan, şiiri seven bir insandı. Gür sesiyle şiirini herkese beğendirir, hayran bıraktırırdı. Bilgi birikimi, konuşmasıyla yasaları savunurdu. Enver öğretmen şiir okumasın, konuşmasın diye ağzını zoraki açtırıp, boğazına kaynar su dökerler. Ses telleri kaynar surla yanar. Boğazındaki yanık kansere dönüşür. Uzun süre tedavi görür ama iyi olamaz. 2007’ de Enver Karagöz’ü sonsuzluğa uğurlanır. 12 Eylül zindanlarında yazdığı şiiri yıllarca kulaklarımızda bir ağıt olarak yankılanır.
Ben hep 17 yaşındayım.
Her ayak sesinde ürperirim…
Demir kapının her açılışında
Göğsümün kafesine sığmaz yüreğim…” “Şu metrisin önü, bir uzun alan” şiirini yazan Enver Karagöz ile ilgili anlattığıdır.
Ben de romanlarımda büyük bir aşkın başladığı yaş olarak işlemiş olsam da bilindiği üzere, şiirde geçen, “Ben hep on yedi yaşındayım,” sözü ile kastedilen, on yedi yaşında iken yaşı büyütülerek idam edilen Erdal Eren’dir.
İşte beni etkileyen ikinci olay da Mahmut Doğan’in anlattığı darbeciler tarafından yaşı büyütülerek idam edilen Erdal Eren’le ilgili, 12 Eylül zindanlarında yaşanan ancak hak ettiği ilgiyi görmeyen başka bir hikâyedir:
“İdam istemiyle yargılanan biri devrimci biri ülkücü iki genç aynı hücreyi paylaşır. Nasıl olur demeyin. Darbeciler açısından onların birbirlerinden farkı yoktur. Öyle olduğu içinde ‘bir birinden bir diğerinden’ diyerek darağacına gönderirler ayırt etmeden fidan gibi delikanlıları zaten.
Devrimci tutuklu, asker öldürmekle suçlanmaktadır. Asker öldürmekle suçlandığı için de her gün nöbeti devir alan asker, yanına çağırıp, bu genci copladıktan sonra nöbete başlamaktadır. İşkencenin şiddetine bazen dayanamayıp bayılan Erdal Eren’i, aynı hücreyi paylaştıkları ülkücü Mahmut Eren tedavi etmektedir. Bazen yeni gelen askerler Erdal Ereni tanımayıp, ‘Eren kim ulan buraya gelsin,’ diye çağırdığında, ülkücü Mahmut Eren, devrimci Erdal Eren’in maruz kaldığı işkenceye üzüldüğünden, ‘Eren benim,’ deyip elini uzatarak, Erdal Eren’in yiyeceği dayağı bilerek kendisi yemektedir. Sahte delillerle yıllarca yatan, idama mahkûm edilen ve sonunda gerçekler anlaşılınca beraat eden Mahmut Eren’e ülküdaşları, “Niye onun yerine dayak yiyorsun?” diye sorduklarında verdiği cevap çok manidardır. ‘Çok küçük, çok işkence gördü dayanamıyor ve askeri öldürmediğine annesi ve babası üzerine yemin ediyor.”
Ölenlerin bile huzur içinde uyuduğu, darbelerin bittiği, kardeşin kardeşi düşüncelerinden dolayı öldürmediği, insan haklarına, demokrasiye inanan bir toplumda birlikte yaşamak en büyük ülkümüz olması dileğiyle...
Hakkında bildiklerimiz kadarıyla Edip Akbayram da bunu isterdi…
 

YORUMLAR